Potansiyeli Var, İsterse Yapar Ama Çalışmıyor!

“Potansiyeli var ama yapmıyor, çalışmıyor ”

Bu söylem ne kadar tanıdık değil mi? Muhtemelen ya bu söze muhatap oldunuz veya uzak, yakın çevrenizden birileri için bu sözün söylendiğini duydunuz.

Peki işin aslı da böyle midir acaba? Yani gerçeklik payı var mıdır bu cümlenin. Yazının seyriyle beraber bakalım isterseniz.

Bu cümlenin içindeki duygulara bakalım önce: “suçlama, baskı, öfke ve çaresizlik “ duygularının olduğunu söyleyebiliriz.

Bir de sıklıkla da “tembelliğe” eş tutulur. Yani tembellik ettiği için böyle. Biraz çalışsa biraz bile olsun çalışsa şimdi nerelerde olacaktı denir. O zaman şimdi biraz tembellik üzerine konuşmamız gerekiyor. Tembel sözcüğü sözlük anlamına bakıldığında: iş görmeyi, çalışmayı sevmeyen, sıkıntıdan kaçan, üşengeç, yavaş anlamına gelmektedir. Peki tembel olmanın bir faydası olacak ki insanlar tembellik ediyorlar. O halde toplumumuzda bir çok kişiye atfedilen tembelliğin bu kişilere katkısı ne olabilir size? Çünkü biliriz ki, beyin kendi yararına çalışmak ister. Peki tembellikten elde edilen yarar nedir?

Cevap pek tabi, tembelliğin, düşünmemenin, çalışmamanın insana büyük katkıları var. çünkü biliriz ki istendik olmayan davranışların ardında ruhsal çatışma vardır ve o kişiyi o ruhsallığı şu an çözüme kavuşturamıyordur. O halde bu davranışlar kişiyi ruhsal bir dengeye getiriyor olacaktır. Burayı biraz daha açalım şimdi;

Winnicott der ki, doğada tek başına bir bebek yoktur. Anne ve bebek vardır. O zaman bu sözü öğrenciler için de güncellersek, diyebiliriz ki; aileden, öğretmenden, çevreden, okuldan, eğitim düzeninden ayrı tek başına bir öğrenci yoktur. Buna bir de şunu zihninizde eklemenizi öneririm: gün geçtikçe belirsizleşen, sürekli ve hızlı değişen eğitim sistemi içerisinde aile, öğrenci ve öğretmen kendini güvensiz hissetmektedir. Ve eğitimde düzenlenen algı politikası ise tek başına “yeterlilik ” olduğu için pek tabi bireysellik gölgede kalmaktadır. Dolayısıyla; dış dünyanın beklentilerinin istila edici etkisinin altında olan çocuk için, eğer bu beklentileri karşılayacak ruhsal donanımı yoksa travmatik bir yere sürükleniyordur.

Peki çalışabilmeyi başarmak neye bağlıdır?

Çalışabilmek için bir çocuğun şu becerileri hali hazırda yapabilmesi gerekir.

  • Çocuğun ilk başta anne babasından ayrılabilmesi

  • Dürtülerini kontrol edebilmesi

  • “Bilme”ye yönelik merakının olması

  • Bazen  “bilmeme ”durumunu da kabul edebilmesi

Yukarıda yaşanan bahsettiğim tüm durumlardaki zorluk tepkisizlikle ortaya çıkan en iyi ihtimalle tembellik olacaktır.  Bunu şöyle düşünün; çocuk günlük hayatta ebeveynlerinin beden sınırına girmelerinden dolayı bir şekilde sınır koyarak bir nevi pasif bağımsızlaşmayı istemektedir. Şöyle bir örnekle açıklayalım: akşam yemeğinde annenin müdahalesiyle fazlaca içeri sokulan besinin karşısında çocuk kendi bedeniyle ilgili hakimiyetini yitirmektedir. Çocuk böylece pasifize edilmektedir. İşte bu edilgenliğin  içinde çocuğun Çalışmayarak, yani tembellikle etkin bir rol alarak HAYIR deme biçimini bize göstermektedir. Yani çocuk alamadığı “BİREYSELLİĞİ” ni eylemsiz kalarak TEMBEL OLARAK ortaya koymaktadır.

Peki tembellik sorunsalı hep pasif konum mu içerir?  Hayır, aslına bakarsanız  “Tembel olmakla”   “Tembellik Etmek”  arasında da bir çok fark söz konusu. Tembellik etmek kişinin bile isteye yaptığı bir eylemdir. Bir tercihtir. Özgür zamanının peşine düşüp, kendisi için bir alan yaratma isteğidir. Bulunduğu sürece, ait olduğu düzene bir mesafe alma durumudur. Böylece  “baş kaldırarak ” dolayısıyla tembellik ederek aktif olması mümkün olacaktır. 

Tembel olmak ise, bilinçli bir tercihten uzaktır. Tembel olma durumunda ödevini yapmayan öğrenci imgesinden yola çıkarsak çalışma, düşünme ve hareket etmenin önünde büyük bir engel olduğunu söyleyebiliriz.

Peki “potansiyeli var ama yapmıyor çalışmıyor.” cümlesine tekrar bakarsak bu potansiyellerini kullanmayan çocuklar TEMBEL mi olmaktadırlar. Belki de zamanın ve eğitim sisteminin hızına direnip kendi hızında ilerleyen çocuklar olabilirler mi? Veya ergenlikle beraber değişen ilgi alanlarının hiç şüphesiz ergenleri derslerin uzağına atması diyebilir miyiz?

Dış gerçekliğin beklentileri karşısında sıkışan bu çocuklar var olanı dönüştürmekte zorlanırlar. Tek başına kalamayan, çalışamayan dahası anlamayan çocuklar olabilirler. Evde yapabilen okulda yapamayan çocuklar olabilirler. Düşünmek ve dolayısıyla çalışmak bu çocuklar için ızdırap vericidir. Çünkü her düşünmesi gereken yerde iç alemine dönmesi gerekir. Çocuğun iç alemi ise tehlikeli ise çocuk  “İÇ” inden kopar.  Dolayısıyla bu çocuklar, sistemin içinde yersiz  ve yurtsuz kalırlar. 

Bir çocuğun  “iç”i ve ilk yeri neresidir sorusunu sormazsak yazımız yarım kalır. Çocuk annesinin ilk düşlemlerinde yer bulur. Bir çocuğun sadece anne karnında değil  annesinin zihninde de yani düşleminde de yer bulması gerekir.  Hamilelikte bebeğini sıklıkla hayal eden, onu hisseden anne aslında bedeninden karnından başka ona ruhunda da yer açmış demektir. Aslında anne sevgisi temeli de buradadır. Doğumla beraber ise bebek karmaşa dolu bir dünyaya gelir, kaygı dolu deneyimler yaşar. Tüm bu zor deneyimleri çocuk anneye verir ve anne ise bu kaygıları dönüştürerek çocuk için bu zorlu süreci anlamlandırır. Ve böylece çocuk için düşüncenin kapısı açılır. Yani çocuğun düşünebilmesi için önce düşünülmesi ve yaşadıklarının anlamlandırılması gerekir. Mesela kafası beşiğin kenarına düşüp ağlayan çocuğa annesi şöyle derse çocuğun bize göre küçük ama ona göre büyük kaygısını hafifletir: 

“Ooo annecim kafan beşiğe çarptı ve canın acıdı birazdan geçecek ve ben senin yanındayım” veya sadece onu kucağına alır sarılır içinden adeta ben buradayım demektedir. işte Bion der ki:  “annenin düşlem yetisi kendinde ve bebeğinde yalnızca güzel olan duygulara değil, zor ve karmaşık olan duygulara da açık, duyarlı ve hoşgörülü olabilmesini sağlar.” 

Peki anne bebeği için kapsayan olamadığında ne olur? Bir çok anneden duyuyoruz  “-doğumdan sonra iyi değildim, zihnim bölünmüştü, sanki yavrumu sevemedim sevmek istemedim” vs. vaziyet böyle olduğunda, balık adeta baştan kopuyor ve annenin yapamadığını bebek de yapamıyor.  Dolayısıyla kendi istek, duygu ve düşüncelerinin farkına da varamıyor.  Bu durum öğrenmenin temelini oluşturan simgeleştirebilmenin de önünde engel oluşturuyor.  Simgeleştiremeyen çocuk düşünemez, tasarımlandıramaz ve dahi öğrenemez. 

Öğretmenler ise sınıfta bu sorunsalı sıklıkla şöyle yaşar: dinlemiyor dediği çoğu çocuk bu sorunsalın içinde aslında önlerindeki süreci anlamıyordur. Böyle çocuklar, öğrendiği bilgileri aktarmakta, başka bir şeye dönüştürmekte güçlük çekme, sorulan soruların öğrendiği bilgilerle bağını kuramıyordur. Anlayamadığı yerde kalmak zor, iç dünyaya dönmek tehlikeli olduğundan dolayı da somuta yaslanarak fazlaca hareket ederek, çok konuşarak, unutarak bu zor olan ruhsal süreci dengelemeye çalışmaktadırlar.

Bunu şöyle anlamlandırabiliriz: öğrenemeyen çocuğun zihninde öğrenilen her bilgi birbirinden bağımsız bir adacıktan oluşur. O nedenle annesinden, öğretmeninden kuramadığı bu bağı kurmasını talep eder. Çocuk adeta: lütfen beni düşün ve ne düşüneceğimi de düşün demektedir. 

Öğretmenin ve bakım veren ailenin zihninde çocuğa yer açması, kaygılarını kapsaması, ve güvenli şekilde bağ kurmaya çalışmaları çocuğun öğrenme faaliyetlerine olumlu etki edip bu süreci  kolaylaştıracaktır. 

Sonuç olarak, çocuk öğrenirken, düşünmek, bilgiyi aramak ve bağlantılar kurmak için içsel dünyasına dönmek zorundadır. Öğrenme güçlükleri olan çocuklar kendi içsel dünyalarından kaçan çocuklardır. O nedenle somut alana yatırım yapmayı tercih ederler. Hareket etmek, konuşmak, durmamak, gülmemek ama asla düşünmemek. Düşünce ise o matematik probleminin çözümünden birkaç saniye öncesi veya iki harfi bağlayan o milisaniyelik zamanın aslında kendisidir. Bu saniyeler ise bu çocuklar için oldukça korkutucu ve tehdit edici olduğundan kaçmak en makul yol olacaktır.

Bu alanda uzmanlar anne babaların, öğretmenlerin destanlar masallar mitolojik öyküleri çocuklarla okunmasını tavsiye ederler. Öykülerde, masallarda yıkıcılık, terk edilme, korku gibi baş edilemeyen duygular ve dürtüler vardır. Öğrenmede tıkanan yer düşünceden kaçınma olduğundan çocuk önce, yıkıcı ögeleri de içinde tutan bu dünyanın dolayısıyla düşüncenin korkutucu olmadığını deneyimlemelidir. Okunanlarla ilgili olarak çocukla düşünce alışverişi yapmak, resim çizmek ve yazı yazmak, içsel dünyaya tehlikesiz bir girişi ve dolayısıyla çıkışı hiç şüphesiz sağlayacaktır. 

 


Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır, tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.

Başa dön tuşu